Çin’den grev anlatıları

Geçtiğimiz 20 yılda, akademik çevreler ve iş dünyası Çin’in baş döndürücü yükselişini açıklamaya ve küreselleşmenin geldiğimiz aşamasındaki önemini anlamlandırmaya çalışırken, bu ekonomik mucizenin asıl kahramanları, yani işçiler, büyük oranda göz ardı edildi. Editörlüğünü Hao Ren’ın yaptığı China On Strike: Narratives of Workers’ Resistance (Haymarket Books, 2016) bu alandaki boşluğu Çin’in sanayi havzası İnci Nehri Deltası’nda çalışan işçilerin grev deneyimlerine yoğunlaşarak gidermeye çalışıyor. Kitabın ana argümanı Çin’in küresel kapitalizmin geleceği olduğu gibi işçi hareketinin de geleceği olduğu yönünde.

Kitap, editörün ve bir grup üniversite öğrencisinin 2010-2012 yılları arasında fabrika işçileriyle birebir yaptığı görüşmelere dayanıyor. Görüşülen işçilerin tamamı bu süreçte en az bir grev eylemine dahil olmuş ya da liderlik etmiş. Çalışma hayatına atılma koşulları, iş bulma süreçleri ve grevlere bakışlarını içeren görüşmeler içerdikleri tutarsızlıklara rağmen Çin işçi sınıfının çalışma hayatını nasıl deneyimlediği hakkında önemli bilgiler sunuyor. Daha da önemlisi bu görüşmelerin sunduğu sadece düşük ücretler, uzun çalışma saatleri ve kötü çalışma koşulları gibi işçi şikayetlerinin bir özeti değil bir direniş kroniği. Yani, işçilerin grevleri organize ederken ve işçi aktivizminin ayrıntılarıyla başa çıkmaya çalışırken gösterdikleri dayanıklılığı ve dayanışmayı sergiliyor.     

Benim işçi anlatılarından çıkarımlarım şunlar oldu:

  1. Proletarya kültürünü 1950’lerde kendine düstur edinmiş Çin Komünist Partisi, 1980 sonrası süreçte Çinli işçileri sermayedarlar karşısında her anlamda yalnız bırakmış. Sadece resmi sendikaları göstermelik kurumlara indirgeyerek, emek yasalarını muğlaklaştırarak ya da oturum izni (hukou) gibi düzenlemelerle eşitsiz bir yurttaşlık düzeni yaratarak değil, işçileri ideolojisiz bir kültür hayatına hapsederek onların emek piyasasında tüm mücadele araçlarına yabancılaşmalarına sebep olmuş. Özellikle 1980’lerde doğmuş ve 2000’li yıllarda emek piyasasına girmek zorunda kalmış, kırsal kökenli göçmen işçiler grev gibi mücadele pratiklerini adeta sıfırdan keşfetmek zorunda kalmışlar. 
  2. İşçiler bu süreçte sadece devlete, partiye, yasal sendikalara ve sermayedarlara değil, birbirlerine olan güveni de kaybetmişler. Neoliberalizmin getirdiği “gemisini yüzdüren kaptan” mantalitesi işçilerin ortak mücadele kültürünün gelişmesinin önündeki en büyük engel haline gelmiş. Bence bu hepimizin ders alması gereken bir olgu. Sendikal hareketin geçirdiği buhranların bir kısmı devlet baskısından kaynaklanırken büyük bir kısmı emek hareketindeki güven kayıpları, hizipleşme ve çıkar kavgalarından kaynaklanıyor. Bu özeleştiri verilmeden ve sorunu giderici mekanizmalar kurulmadan dünyanın herhangi bir yerinde işçi hareketinin gelişmesini beklemek hayalperestlik olur.  
  3. 1980’lerin başına kadar iş güvenliği işçiler için büyük önem taşırken, 1990 sonrasında emek piyasasında emek hareketliliği normalleşmiş. Genç işçilerin çoğu sabit bir yerde çalışma arzusuna sahip değil. Hatta başarılı grevlerden sonra, maaşları ve çalışma koşulları iyileştirildiğinde bile mevcut işlerini bırakıp başka arayışlara yöneliyorlar. Anlaşılır bir şekilde, hiç kimse hayatını işçi kalmak üzerine kurgulamıyor. Fabrikada çalışmaya devam etmelerinin tek koşulu yönetici kademelere yükselmek. Aksi takdirde para biriktirip kendi işlerini kurmayı ya da ailelerinin yanına dönüp yaşamayı hayal ediyorlar. Çin’de kârlılığı şaibeli binlerce küçük dükkanı gördüğümde ben de insanların esnaf olma çabasına şahit olmuş, fabrikalardaki çalışma şartlarının ve düşük ücretlerin bunun en önemli sebebi olduğunu düşünmüştüm. Emek piyasası hızla evrilirken bugün elbette daha derinlikli ve kapsamlı açıklamalara ihtiyacımız var.    

Kabul etmeliyim ki kitabın sunduğu çalışma ortamı ve emek piyasası COVID pandemisi ile birlikte çok büyük dönüşümler geçirdi. Dolayısıyla kitabın güncelliği tartışılabilir. Yine de kitapta anlatılan işçi hikayeleri ve deneyimleri Çin’deki globalleşmenin insan maliyeti ve zorluklarına dair derin ve insancıl bir bakış arayan herkes için önemli bir kaynak.

Çocuklu ya da Çocuksuz: Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu

Az sözle çok şey anlatmak usta hikayecinin alamet-i farikasıdır. Fransız yazar Eric-Emmanuel Schmitt de okuyucusunu derin bir dünyanın dehlizlerinde gezdirdikten sonra tatlı bir gülümsemeyle uğurlayan mahir bir kurgucu. Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu adlı hikayesinde bizleri sıradan bir kadının hayal dünyasına dahil ederek Çin gibi büyük bir ülkenin son elli yılına damgasını vurmuş tek çocuk politikasına insani bir noktadan bakmamıza yardımcı oluyor.  

Bayan Ming, Çin’in ticaret ve sanayi merkezi Guangdong şehrinin çeperinde bir otelde tuvalet görevlisi olarak çalışmaktadır. Bu sırada hikaye anlatıcımız olan iş insanı ile tanışır ve ona hepsi birbirinden yetenekli on çocuğundan bahsetmeye başlar. Tek çocuk politikasının uygulamada olduğunu bilen iş insanı, bayan Ming’in yalan söylediğine yürekten inanmaktadır, ta ki Bayan Ming’in kızıyla tanışana kadar. Bu noktada meselenin düşündüğünden çok daha karmaşık olduğunu fark edecektir.

Bu kısacık kitapta eminim her okuyucu özgün bir tema ve sosyal medyada paylaşılacak tonlarca aforizma bulabilir. Benim ilgimi çeken yazarın Çin’e dair tipik algılardan yola çıkarak (mesela Bayan Ming’in sürekli olarak “kadim Çin bilgeliğini” temsil eden özlü sözlerle konuşması ya da şimdilerde değişmiş olan erkek çocuklarına kız çocuklarından daha fazla değer verilmesi geleneği gibi) oldukça evrensel bir temayı ele alması, ama bunu yaparken de klişe bir pozisyona savrulmaması. Schmitt, Bayan Ming’in on çocuğu ile ilgili hikayelerini aktarırken onun annelik “güdülerine” yoğunlaşmak yerine çocuk sahibi olmanın insanın hayatını zenginleştiren önemli bir sosyal etkileşim olduğunu keşfediyor. Her ne kadar hikayedeki karşılaşma erkek karakterimizin ülkesine dönüp çocuk sahibi olmanın önemini anlamasıyla sonlansa da Bayan Ming’in hayali çocukları ile birlikte kurduğu dünya, anneliğin–teşvik edilen ya da yasaklanan haliyle–bir özgür irade seçiminden ziyade bir toplumsal dayatmaya dönüştüğünü hatırlatıyor. Oysa yazarın da ifade ettiği gibi, insanı “sıradanlıktan, tekrardan, birörneklikten söküp alan, kurtaran imgelemdir”. Dolayısıyla atomize olmuş bir toplumda çocuk sahibi olmak ya da olmamak belki de düşündüğümüzden farklı anlamlar taşıyor olabilir.

Sonuç olarak, Eric Emmanuel Schmitt’in Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu adlı eseri, sadece bir annenin hayali çocuklarıyla ilişkisini değil, aynı zamanda toplumsal normlar, bireyin özgürlüğü ve insanın hayatındaki derin arayışları da ele alarak etkileyici bir hikaye sunuyor. İç dünyalarımıza bir yolculuk yapmak için harika bir fırsat.  

Eric-Emmanuel Schmitt, Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu, Çev. Yaşar İlksavaş, Doğan Kitap, 2022 (ilk baskı 2016).

Her Şeyin Şafağı’nda Eşitlik-Özgürlük Açmazı

Tarihçilikte ve sosyal bilimlerde ilginç sorular sormak bazen kesin cevaplar bulmaktan daha önemlidir. 2020 yılında kaybettiğimiz Amerikalı antropolog David Graeber ile İngiliz arkeolog David Wengrow’un birlikte kaleme aldıkları Her Şeyin Şafağı, kusursuz cevaplardansa çığır açan sorular sorma iddiasında bir kitap. İnsanlık tarihine dair tüm varsayımlarımıza meydan okumakla kalmıyor insan topluluklarının ekonomik, kültürel ve politik organizasyonuna dair sıra dışı bir bakış açısı sunuyor. 

Kitap üzerine çalışmaya başladıklarında yazarların hedefi zamanında J. J. Rousseau’nun yaptığı gibi toplumsal eşitsizliğin kökeni üzerine düşünmekmiş. Çalışma ilerledikçe “eşitsizliğin kökeni” sorusunun kendisinin de bir tarihi olduğunu fark edip, aslında eşitlik gibi muğlak bir kavram üzerinden insanlık tarihini yorumlamanın çok da verimli olmadığına kanaat getirmişler. Bu noktadan sonra odaklarını eşitsizlik sorunsalından insanlık tarihindeki tarım devrimi ve kentleşme gibi kritik dönemeçlerin sosyopolitik sonuçlarına kaydırmışlar. Yeni soruları şu olmuş: İnsanlar hangi tarihsel süreçler sonucunda maddi zenginliği güce çeviren toplumsal sistemler icat ettiler? Sonuçta ortaya güncel arkeolojik bulgularla tarihsel kayıtları ve antropolojik çalışmaları sentezleyen alabildiğine kapsamlı ama bir o kadar da yereli dikkate alan bir insanlık tarihi çıkmış. Üstelik antik Mezopotamya krallıklarından Amerikan yerlilerine ve Pasifik Adaları’na kadar uzanan geniş bir coğrafyadan örneklerle. 

Kitap, tüm dünyada geniş okuyucu kitlelerine ulaşmış Hayvanlardan Tanrılara-Sapiens (Yuval Noah Harari) ve Tüfek, Mikrop ve Çelik (Jared Diamond) kitaplarıyla benzer temaları işlerken kavramsal olarak Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (F. Engels) ve Kendini Yaratan İnsan (Gordon Childe) geleneğinde konumlanıyor. Diğer taraftan tüm bu çalışmalarla eleştirel bir diyalog geliştiriyor.  

Örneğin yazarlar, Gordon Childe’ın insanın doğadaki diğer türlerden belirli doğal şartlara değil değişen koşullara adaptasyon yeteneği ile ayrıştığı, yani sınırsız yaratıcı kapasitesi olduğu iddiasını başlangıç noktası olarak alıyorlar. Fakat Childe’ın tarımın icadını “Neolitik Devrim” diye nitelemesini ya da kentleşmeyi tarım devriminin ve ona bağlı nüfus artışının bir sonucu olarak yorumlamasını yanıltıcı buluyorlar. 

Benzer şekilde Engels’in antropolojik veri kullanarak doğrusal (linear) tarih anlayışına getirdiği eleştiriyi, yani her tarihsel ilerlemenin aynı zamanda bir gerilemeye de işaret edebileceği tezini, kendi çalışmalarının ana eksenlerinden biri yapıyorlar ama Engels’in ilkel toplumlardaki komün pratiklerini ekonomik sistemler olarak yorumlamasına itiraz ediyorlar. Onlara göre ilkel komünizm karşılıklı yardım/imece usulü işleyen bir sosyalleşme biçimi. Dolayısıyla özel mülkiyetin ve devletin gelişimi tarım devriminin ve yerleşik hayata geçişin kaçınılmaz sonucu olarak algılanamaz. 

Harari ve Diamond’ın erken dönem insan topluluklarını insanlığın çocukluğu olarak gören, hatta avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçişi “insanlığın en büyük hatası” olarak tanımlayan, kısacası aşağı yönlü karamsar tarih anlatısını ise toptan reddediyorlar. Onlara göre bu bakış açısı, kolonyal yayılmacılık döneminde Avrupalı kaşif ve entellektüellerin dünyanın farklı noktalarındaki yerli yaşam pratikleriyle karşılaştıklarında geliştirdikleri bir tür savunma. 

Graeber ve Wengrow, Amerikan yerlisi entellektüellerin Avrupa’nın para hırsı üzerine kurulu eşitliksiz ve köleleştirici toplumsal düzenine getirdiği eleştirileri bir paradigma kayması olarak yorumluyor.

Bence burası kitabın en çarpıcı noktası. Bizler Edward Said’in Oryantalizm eleştirisinden bu yana Avro-Amerikan geleneğin Doğudan gelen eleştirilerine aşinayız. Her Şeyin Şafağı ise insanlık tarihine uzun erimli bir perspektiften bakarak ve Eski Dünya’yı coğrafi bir bütün olarak ele alarak bizlere aslında Avrupa ve Doğu medeniyetlerinin aynı felsefi gelenekler olduğunu hatırlatıyor (birbirinin devamı olan ve eski dünyada büyük bir coğrafi alanı etkisi altına alan semavi dinlerin düşünsel hayatın belirleyicisi haline geldiğini hatırlayalım). Avrupalı entellektüellerin 16. yüzyılda Yeni Dünya (Amerika) yerlileri ile karşılaşması ise—ki Avustralya ve Pasifik Adaları’na daha geç ulaşıyorlar—yeni bir kırılmayı temsil ediyor. Bu yüzden Graeber ve Wengrow, Amerikan yerlisi entellektüellerin Avrupa’nın para hırsı üzerine kurulu eşitliksiz ve köleleştirici toplumsal düzenine getirdiği eleştirileri bir paradigma kayması olarak yorumluyor. Sonunda insan özgürlüğünü merkezine alan bu “yerli eleştiri” Avrupalı alimlerin “mahir” ellerinde eşitsizlik sorunsalına dönüşüyor ve insanlığın, yazarlara göre, en temel arayışı olan özgürlüğü gölgede bırakıyor.

Akıcı üslubuna rağmen kapsamı ve uzunluğu dolayısıyla kitabın ana argümanını takip etmek zor. İlkel toplumlardan Amerikan yerlilerinin modern dönemdeki pratiklerine uzanan kronolojik sıçramalar tarihçileri rahatsız edecek boyutta. Pek çok konuda güncel çalışmalara referans verilmekle birlikte kimi noktalarda eserleri uzun zaman önce yayınlanmış antropologların yorumlarına dayanan iddialar metnin inandırıcılığına gölge düşürüyor. Yine de yazarlar en azından insanlık tarihine dair bildiklerimizin hala çok sınırlı ve her gün değişebilir olduğunu kabul ediyor. Bu farkındalıkla cesur sorular sormaktan, yorumlarını en uç noktalara taşımaktan imtina etmemişler. İyi ki de etmemişler, çünkü sonuçta anarşist tarih yazıcılığının günümüzdeki belki de en önemli eserini ortaya çıkarmışlar.

Göçmenler ya da göçebeler

Çocukluğumdan beri denize bakmayı severim. Boğaz çocuğu olmakla ilgili olabilir. Ama uzun zamandır ilk kez denize bakarken gözlerim dolu. Çünkü yıllar önce daha iyi bir hayat arayışıyla Amerika kapılarına dayanmış göçmenlerin denize baktığı yerdeyim. “Melek” ismini verdikleri bir ada burası. San Francisco’nun hemen dibinde, üzeri hala alabildiğine ağaç kaplı yemyeşil bir kara parçası. Martı sesleri dalga seslerine karışıyor. Geçmişin hayaleti hemen yanı başımda durmasa kendimi bir tatil köyünde sanacağım kadar güzel. Oysa ben polis görünümlü iki palmiye ağacının gölgesinde, siyah mermere kazınmış isimleri okuyorum. Wong Lai Sun, Lui Lee, Woo Shee …

Ailelerin ilk kuşak göçmenler anısına hazırladıkları hafıza duvarı

Beni hüzünlendiren onların trajik hikayeleri mi yoksa hikayelerinin benim maceramla benzerlikleri mi? Büyük bir kısmı Uzak Doğu’nun yoksul köylerinden çıkıp kalabalık limanlarda devasa gemilere doluşmuşlar. Dağı taşı altın “Güzel” bir ülke bekliyormuş onları.* Çok çalışıp tez zamanda zengin olacak, köylerine dönüp ailelerine bolluk içinde bir hayat kuracaklarmış. Öyle olmamış tabi. Daha Amerikan anakarasına varamadan bu adada alıkoyulmuşlar. Erkeklere mesleklerini sormuşlar. Sadece tüccarlara ve öğrencilere yer varmış bu “Güzel Ülke”de, sıradan işçilere değil. Kağıt üzerinde kendini bir göçmen çocuğu olarak gösteren “sahtekar” işçileri arıyormuş gümrük memurları. Bir de hayat kadınlarını. Bütün kadınlar hayat kadını olmadıklarını ispat etmek zorundaymış. Kısacası ne olduğunuzu onlar biliyormuş, size düşen ne olmadığınızı ispatlamakmış. Bazıları ispatlayamamış, bavullarına doldurdukları umutlarıyla birlikte sınırdışı edilmişler. Demek sahibi olmadığımız topraklarda ne olduğumuzdan çok ne olmadığımız önemliymiş. Siz kendinizi ne sıklıkla böyle tersten tanımlıyorsunuz? Bir düşünün bakalım.  

Feribottan göçmen bürosunun görünüşü

Bu günlerde Potawatomi kabilesine mensup bir bilim insanı olan Robin Wall Kimmerer’in Braiding Sweetgrass kitabını okuyorum.** Bir yerde, yerliliğin doğuştan bir hak olduğunu ve göçmenlerin yerlileşemeyeceğini söylüyor. Ama biyolojik anlamda ait olmadığımız bir yerin iklimine alışmak ya da içine doğmadığımız bir ülkenin vatandaşı olmak mümkün diyor. Bir ülkenin vatandaşı olmanın oranın toprağına bağlanmak olduğunu iddia ediyor. Atalarımız o toprağın altında yatıyormuş gibi, hayatlarımız o toprağa bağımlığıymış gibi yaşamak diyor. 

Bana pek ikna edici gelmiyor. Yerlilikle göçmenlik arasındaki tek yer vatandaş olmak ya da biyolojik adaptasyon olmamalı. İlkel toplumları düşünüyorum. Onlar da yüzyıllarca oradan oraya göçmediler mi? Yiyecekleri tükenince alıp başlarını karınlarını doyuracakları yeni yurtlar bulmadılar mı? En kalıcı olduğunu düşündüğümüz şehirler bile aslında çoğumuzun bir süre kalıp terk ettiği dinlenme tesisleri değil mi? Sınırları belli bir toprak parçasına bağlanmamız, yerleşmemiz gerektiği fikri de nereden çıktı? Ya tabiatımız sadece göçebeliğe uygunsa? 

Angel Island’da göçmenlerin bazen aylarca tutulduğu hapishane benzeri bina

Kendimizi içine hapsettiğimiz yapay duvarları düşündükçe hüznüm anlamsız geliyor. Bu sınır kapısına gelebilmiş göçmenler doğdukları köyler kadar haftalarca seyahat ettikleri denize, sonra kapısını çaldıkları bu topraklara da aittiler. Karınlarını doyurdukları her yerde yaşayabilir, kendilerine sıfırdan bir hayat kurabilirlerdi. Yeryüzü hepimizindi, ta ki birileri sınırları ve mezarları icat edip ölülerimizi gömdüğümüz toprak parçalarının başında beklememizi belletene kadar. Bu anlatıya o kadar  inanmışız ki bizler de öldüğümüzde başımızı birileri beklesin diye kendimize hayatlar kurguluyoruz. 

Belki de yapmamız gereken tercih, gitmek ya da kalmak değil. Göçmenlik ya da göçebelik. Sınırları doğal kabul edip başını bekleyeceğimiz topraklar arayabilir ya da sınırları reddedip tüm dünyayı sahiplenebiliriz. O zaman ne fark eder nerede kimin yattığı?

Nereye vardığını bilmediğimiz yollar bizi heyecanlandırıyor

* ABD’nin Çincesi “Meiguo” yani “Güzel Ülke” demek. 19. yüzyılda çok sayıda Çinli, tıpkı dünyanın başka yerlerinden insanlar gibi, California’daki altına hücum döneminde Amerika’ya akın etti. O dönem tüm dünyada yaygın olan ırkçı “sarı tehdit” söylemi nedeniyle Amerika’da büyük bir ayrımcılığa uğradılar.

** Bu kitap 2022 yılında Türkçe’de Bitkilerin Ruhu ismiyle basılmış.

Kungfu filmlerinde milliyetçiliğin izlerini sürerken

On dokuzuncu yüzyılda milliyetçiliğin gelişmesindeki en etkili araç roman ve gazete olurken yirminci yüzyılda sinema bu basılı türlerin yerini almıştır. Bu anlamda Çin sinemasının son yüzyıldaki yolculuğu Çin milliyetçiliğinin gelişiminden bağımsız düşünülemez. Sadece propaganda niteliği taşıyan değil, tarihi arka plana oturtulmuş çok sayıda kungfu filmi de milliyetçi motiflerle bezenmiş, bu sayede toplumsal hafızada önemli bir yer edinmiştir.

Çin’in kungfu filmlerinin milliyetçi söylemle buluşmasında Bruce Lee öncü bir figür olarak ortaya çıkar. 1970’lerde başrollerini oynadığı filmler bu türün seyirci ve yapımcılar nezdinde hızla popülerleşmesinin önünü açmıştır. Dövüş sanatları, Bruce Lee muzipliği ve sinema estetiği ile buluşunca her kapıyı açan sihirli bir anahtara dönüşür. Öyle ki kungfu filmleri Türk sinemasında olduğu gibi dünya sinemasında da modernite öncesi geleneksel değerler ile tarihi kahramanlık hikayeleri üzerine kurulu yeni bir türün ortaya çıkmasına vesile olmuştur (bkz. Tarkan ve Battal Gazi serileri).

Bruce Lee, 1973 (Kaynak: wiki commons)

Örneğin, Öfkenin Yumruğu filminde Bruce Lee Çin’deki Japon temsilciler tarafından ustası öldürülen Chen Zhen karakterini canlandırır. Kungfu romanlarıyla tanınan Hong Konglu yazar Ni Kuang’ın yarattığı bu karakter Avro-Japon emperyalistlerin kafasındaki tipik Çinli imajına bir başkaldırı olarak kurgulanmıştır. Sömürgeci devletler karşısında sessizce teslim olmuş, zayıf ve uysal Çinli tiplemesine karşı Bruce Lee’nin Chen Zhen’ı fiziksel olarak kuvvetli ve öfkeli bir delikanlıdır. Şanghay’ın yabancılara ayrılmış imtiyaz bölgesindeki Japonların Çin’i “doğunun hasta adamı” ifadesiyle aşağılamasına sessiz kalmayacak, Japonlar tarafından öldürülen ustasının intikamını alırken Çin’in ulusal onurunu restore edecektir.

Yumruğun Efsanesi: Chen Zhen’in Dönüşü (2010) Netflix’te izlenebilir

Bruce Lee’nin ilk kez 1972’de canlandırdığı Chen Zhen karakterinin 2010 yılında yeniden canlandırılması basitçe Çin sinemasının kâr hırsı ile açıklanamaz. 2000’li yılların başında Çin milliyetçiliğinin yeni bir aşamasına geçmiş bulunuyoruz. Hollywood yapımlarına eşdeğer süper kahraman hikayeleri Çin’in küresel siyasette özgüveninin arttığı ve batı dünyası ile uyumlu kalkınma stratejisi yürüttüğü bu dönemde oldukça önem kazandı. Bu yüzden Japon işgaline karşı direniş hala ana tema olarak kullanılsa da filmin Birinci Dünya Savaşı’nda başlaması ilginç bir tercih. On yıl öncesine kadar fazla hatırlanmasa da Birinci Dünya Savaşı’nda 140,000 kadar Çinli işçi İngiliz ve Fransız ordularına büyük katkı sağladı (siper kazmak, mühimmat taşımak, ölü ve yaralıların nakliyesi gibi alanlarda). Bu tecrübe pek çok Çinli işçinin Avrupa’daki sınıf hareketleri ve komünist ideoloji ile tanışmasına vesile oldu. Büyük bir kısmı savaş sonunda ülkelerine geri döndüklerinde Çin devrimci hareketinin öncü neferleri oldular.

Bu arka planda düşünüldüğünde Chen Zhen’ın ülkesine dönüp Japon işgalcilere karşı halkını korumaya girişmesi Çin Komünist Partisi’nin bu dönemki misyonuyla örtüşmektedir. Diğer taraftan Mao Zedong, Komünist Parti kurulmadan önceki ilk yazılarından birinde fiziksel zindeliğin önemine vurgu yapmış olsa da devrim sonrası dönemde kungfunun bir feodal kalıntı olduğu algısı yaygınlaşmış, dövüş okulları kapatılırken kungfu filmlerinin yapımı da durdurulmuştur. 1980’lerde başlayan Reform dönemiyle birlikte Çin dövüş sanatlarının hızla eski popülerliğine kavuştuğunu söyleyebiliriz–tabi ki batılıların bildiği şekliyle kungfu olarak değil otantik Çin dövüş sanatı wushu olarak. Çin’in girişimleri sonucu wushu artık bazı olimpiyat oyunlarında resmi olarak tanınıyor.

Yumruğun Efsanesi’nin dönüşünden bu yana Çin milliyetçiliği bir kez daha büyük bir değişim geçirdi. 2012’ye kadar “uyumlu toplum” ilkesi ile şekillendirilen Çin politik kimliği Xi Jinping’in iktidara gelişiyle daha iddialı ve hatta agresif bir karakter kazandı. Özellikle Amerika ile rekabetin hızla tırmandığı bu dönemin yansımalarını 2016 sonrası filmlerde görmek mümkün. Bruce Lee’nin dövüş ustasının hayatını konu alan Ip Man serisi iyi bir örnek teşkil ediyor.

Donnie Yen’in başrolünü oynadığı serinin ilk filminde (2008) Ip Man efsanesinin doğuşuna şahitlik ederiz. Ip Man dövüş kulüpleri ile bilinen Foshan’ın ünlü dövüş ustalarındandır. Oldukça varlıklı bir aileden gelen Ip Man dövüş hocalığı yapmaya tenezzül etmez. Fakat Japon işgalinin başlamasıyla bölgenin tüm alt yapısı çöker. Elit arka planına rağmen Ip Man, ailesini geçindirmek için işçi pazarlarında iş aramaya başlar. Bu sırada Japon askerlerinin Çinlilere yaptığı aşağılayıcı muameleye şahit olur ve ülkesini savunmak için dövüşmeye karar verir. Ne tesadüftür ki insanlara savunma teknikleri öğretmeye arkadaşının tekstil fabrikasında başlar. Tıpkı Komünist Parti gibi Ip Man da Japon işgalcilere ve Çinli başıbozuklara karşı direnişi örgütlemeye işçilerden başlar.

Serinin 2010 yılında çekilen ikinci filmi Hong Kong’a kaçan Ip Man’in burada bir dövüş okulu açma çabasıyla başlar. Her köşeyi kapmış Hong Kong dövüş kulüpleri tanımadıkları bu yeni ustaya kolay geçit vermeyeceklerdir. Fakat Çinli ustalar ve öğrenciler arasındaki çekişme kısa süre sonra bu grupların İngiliz sömürge idaresinin yolsuz memurlarına karşı birleşmesiyle son bulur. Bu noktadan sonra filmin çatışma noktası dövüş okulları arasındaki çekişmeden Çin ve batı felsefeleri arasındaki rekabete kayar.

2015 yapımı Ip Man 3 de benzer bir yapıya oturur. Bir tarafta birbiriyle rekabet eden Çinli dövüş ustaları diğer tarafta ise Hong Kong’da bir okul arazisine göz dikmiş yabancı yatırımcılar. Film Ip Man’ın ailenin tüm bu çatışmalardan daha önemli olduğunu hatırlatması ile son bulur.

Ip Man serisinin en önemli kırılması 2019 yılında çekilen serinin dördüncü ve son filminde gerçekleşir. Film, Ip Man’in oğluna okul aramak üzere San Francisco’ya gidişiyle başlar. Burada öncelikle Bruce Lee’nin Çin dövüş sporlarını Amerikalılara kabul ettirme çabasına şahit oluruz. O zamana kadar Amerikalılar sadece müttefikleri Japonya’nın karatesini batı dövüş tekniklerinin muadili olarak kabul etmekte, Çin dövüş sanatlarını (ve elbette Çin’i) henüz ciddiye almamaktadır. Aynı şekilde San Francisco Çin mahallesindeki Çinli göçmenler büyük bir ırkçı ayrımcılığa maruz kalmaktadır. Amerikan askerlerinin kungfuyu aşağılamak için kullandığı ifadeler Amerika’daki ırkçı bakış açısının yansımasıdır. Her birinde Çinli erkeklerin yeterince maskülen olmadıkları ima edilmektedir ki bu dil on dokuzunca yüzyıldan beri et değil pirinç yiyen ve özellikle çamaşırhane işleten Çinli göçmenler için sıkça kullanılmıştır. Böyle bakıldığında serinin son filminin Çin’in sınırlarını aşıp Amerika’ya ulaşması, buradaki göçmen grupların yaşadığı zorlukları merkezine alması Çin milliyetçiliğinin savunmacı bir duruştan çok daha özgüvenli ve rakiplerinin açıklarını yüzlerine vurmaktan çekinmeyen ofansif bir söyleme evrilmesi olarak anlaşılabilir. Zaten bu yüzden pek çok izleyici filmin propaganda yanını eleştirdi.

Elbette amacım film yapımcılarının bütün bu kurguyu bilinçli bir şekilde yaptıklarını iddia etmek değil. Ama yazının başında da belirttim: milliyetçilik sanatsal üretimi şekillendirdiği gibi sanatsal ürünler de bireylerin ülkeleri ve toplumlarıyla kurduğu ilişkiyi belirlemede büyük rol oynuyor. Artistik kungfu sahnelerini izlemek ne kadar keyifli olsa da insan bu arka planı düşünmeden edemiyor.

Yerliler, Asyalılar, Kadınlar: Hawaii’de Yollar Kesişince

Hawaii deyince zannetmeyin ki size Waikiki sahilinde yaptığım lüks bir tatilden bahsedeceğim. Hayır, havalanında boynuna çiçek kolyesi takmış hula dansı yapan kadınlar tarafından değil, Çin kökenli bir Uber şoförü tarafından karşılandım. Yerel mutfak bulma çabalarımın her biri mutlaka bir Uzak Doğu restoranında sonlandı. Honolulu’nun tropik ikliminde yüksek binalar arasında dolaşırken çoğu zaman kendimi Amerika’da değil, Hong Kong’da hissettim. Kulağıma çalınan İngilizce cümleleri ne kadar anladıysam Çinceleri de öyle anlayabildim. Kısacası kokular hariç adadaki sesler ve görüntüler Çin’in güneyinde bulacağım bir manzaradan hiç farklı değildi. Öyle ki 19. yüzyılda binlerce Çinli işçinin neden akın akın Hawaii’ye göç ettiğini hemen anladım. Kısacası Hawaii’de Amerika’nın Asya’ya bakan sıcak yüzünü buldum. Ardındaki acı hikayeleri de…

Waikiki plajında gün batımı

Tamam kabul ediyorum, adada kaldığım sürede Waikiki sahilinde nispeten lüks sayılabilecek bir otelde konakladım. Fakat seyahatimin amacı Amerika merkezli Asya Çalışmaları Birliği’nin yıllık konferansına katılmak olduğundan sahilde geçirecek sadece bir öğleden sonram oldu. Uzun uzadıya tadını çıkaramasam da Amerika’nın dalgalı okyanus kıyılarından sonra Hawaii’nin Akdenizi andıran durgun ve turkuaz renkli denizi biraz olsun memleket hasretimi giderdi. Dört gün gibi kısa bir sürede hem konferans panellerini takip ettim hem de uykusuzluk pahasına O’ahu adasında küçük ama önemli keşifler yapabildim. 

Hawaii, Pasifik Okyanusu’nda 137 volkanik adadan oluşan bir Amerikan eyaleti. Yaklaşık 1.5 milyon insanın yaşadığı adalar topluluğu Amerika’da beyazların azınlıkta kaldığı dört eyaletten biri. Nüfusun büyük bir çoğunluğunu son iki yüzyılda adaya göç etmiş Uzak Doğulular oluştururken dikkate değer bir yerli nüfus da adalarda ikamet ediyor. 

Hawaii’nin en meşhur tepesi Diamond Head’den görünen manzara
Diamond Head’in konik şekli tepeden görülebiliyor
Diamond Head’e girmek için geçilen tek yönlü tünel Trafik yüzünden taksiciler içeri girmek istemiyor
Diamond Head’e çıkmak için 1 saat kadar tırmanmanız gerekiyor
Başka bir açıdan Diamond Head manzarası
Diamond Head’e Cumartesi günü giderseniz çiftçi pazarına uğramayı unutmayın

Yerli nüfusun yaşadığı adalar topluluğunun ilk Avrupalı ziyaretçisi 18. yüzyılda İngiliz kaşif James Cook (Kaptan Cook) oluyor ve takımadaya Sandviç Adaları ismini veriyor. Ayrıca takımadadaki en yaygın çam türü olan Cook çamını yılbaşı ağacı ve kereste temin etmek için getiren de Kaptan Cook. Bölgedeki İngiliz etkisi eyalet bayrağına yerleştirilmiş İngiliz bayrağında görülebilir. Elbette bu etkinin çok olumlu olduğu söylenemez. Kaptan Cook adanın kralını kaçırıp fidye isteyince yerliler tarafından öldürülüyor. Ne var ki bu olay başka Avrupalıların adaya gelmesine engel olmuyor. Yerli nüfus önce Avrupalıların ardından Çinli göçmenlerin getirdiği hastalıklar neticisinde büyük bir düşüş yaşamış. Hıristiyan misyonerlerin ve beyaz iş insanlarının etkisini hızla arttırdığı krallık 1893 yılında bir darbe yaşıyor. Bu darbeden tam 100 yıl sonra Amerikan başkanı Bill Clinton bir kararname ile Hawaii halkından özür dilemiş. Elbette bu özür, takımadanın 1898 yılında Amerika tarafından işgal edildiği gerçeğini değiştirmiyor. 1900 yılında ‘Hawaii Toprakları’ olarak Amerika’ya bağlanıyor. Bu geçici statü Hawaii’nin kaynaklarını sömüren plantasyon sahipleri ve diğer iş verenler tarafından özellikle savunulmuş çünkü bu dönemde Amerika’ya Çinli göçü yasak olduğundan Hawaii, Çinli ucuz emeğin göç merkezi haline gelmiş. İşverenlerin bu süreçte elde ettiği serveti anlatmaya gerek yok sanırım. Hawaii ancak 1959 yılında, Amerikan vatandaşlığı kazanmış ikinci kuşak göçmen oyları sayesinde eyalet statüsü kazanıyor.

Takımadanın bu sömürgeci geçmişi bugün bile hayatın her alanında kendini hissettiriyor. Turizm ve ulaşım sektöründe yerli ve Asyalı emekçiler yoğun olarak göze çarparken beyaz Amerikalıları işletme sahipleri olarak, Kalakaua isimli alışveriş caddesinde lüks arabalarında ya da sahillerin tadını çıkarırken görüyorsunuz. Büyük bir kısmı da askeri personel olarak Hawaii’de yaşıyor. Parasını Hawaii’de değerlendirmek isteyen Asyalı zenginleri es geçmeyelim. Hawaii iklimine ve kültürüne çoğu Amerikalıdan daha aşina oldukları hemen belli oluyor.

Kalakaua Caddesi
Hawaii’nin meşhur ananası her şeye ilham olmuş
Kalakaua’nın yanındaki Çin pazarı

Hawaii yerlilerinin en önemli sorunlarından biri olan dil kaybı yine bu sömürgeci geçmişin bir parçası. Hawaii dilinin okullarda kullanılması 1896 yılında yasaklanmış. Bölge halkı 1980’lerde yoğun çabalar sonucu Hawaii dilini öğreten okulların açılmasını sağlamış fakat yerli halk içinde sadece 18,000 kadar insan anadilini konuşabildiğini ifade ediyor. Yok olmaya yüz tutmuş Hawaii dili için en büyük tehlike Amerikan yönetiminin takımadayı kültürden arındırılmış basit bir turizm ve tüketim merkezi olarak kurgulaması. Zaten devasa alışveriş merkezlerinde, lüks caddelerde ve tropik bir adaya hiç yakışmayan buz gibi rezidanslarda bu muhterisliği görebiliyorsunuz. Yerli halktan bir tur rehberi adada yerli yemeği bulunabilecek sadece üç restoran kaldığını ifade etti. Turizm bölgesine dönüşen her yerde olduğu gibi Hawaii’de de insanların en temel sorunu pahalılık ve iyi okulların olmaması. Ada halkının büyük bir çoğunluğu ilk fırsatta anakaraya geçmek için gün sayıyor gibi.

Seyahatim boyunca yağmur bulutları peşimi bırakmadı ama böyle güzel manzaralar da oluşmadı değil

Benim Hawaii planımın en önemli iki parçası Çin Mahallesi ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonya tarafından bombalanan Pearl Harbor idi. Amerika’nın pek çok yerinde olduğu gibi Hawaii’de de Çin Mahallesi büyük bir çöküş içindeydi. Yakın zamanda çıkan bir gazete haberine göre New York gibi büyük şehirlerdeki evsizler devlet desteğiyle Hawaii’ye ihraç ediliyormuş. Yetkililer iddiaları kabul etmese de yerel halk arasında bu konuda kuşku yok gibi. Özellikle Çin Mahallesi adanın ılıman iklimini tercih eden evsizler için önemli bir lokasyon olmuş görünüyor. 

Çin Mahallesi

Amerika’nın İkinci Dünya Savaşı travmasının sembolü Pearl Habor ise büyük bir özenle muhafaza edilen bir açıkhava müzesi. Hergün 4,000 kadar ziyaretçiyi ağırlıyor. Toplu olarak bir motorla taşındığınız USS Arizona anıtına giderken bir dizi kurala uymanız gerektiği anlatılıyor. Anıt, bir mezar olduğu için orada hayatını kaybetmiş personele saygı gereği sessiz olmanızı ve gülmemenizi istiyorlar. Hatta bir dönem küçük çocukların ambiyansı bozacağı için anıta kabul edilmemesi gündeme gelmiş. Motordan indikten sonra anıttaki rehber Japon saldırısının tüm detaylarını aktarırken siz de 2,403 askeri ve 68 sivil personelin isimlerini okuyup batmış Arizona savaş gemisini görebiliyorsunuz. Biz bu sırada deniz üstünde minik bir taş büyüklüğündeki parçacıkların su içinde çözülüp yağ haline geldiğini farkettik. Meğer batık savaş gemisi Arizona her gün bir galon kadar petrol akıtıyormuş suya. Askerler bu durumu ‘geminin hala kanıyor oluşu’ olarak yorumluyor, çocukların bile yaşanan acının büyüklüğünü buradan anlayabileceğini düşünüyorlarmış. 1945 sonrası Amerikan tarihini düşününce kimin ne anladığını ben bilemedim açıkçası…

Batık Arizona savaş gemisinin ve anıtın yukarıdan görünümü

Seyahatimin sonuna kadar her anımı dolu dolu geçirdiğimi söylemiştim. Dönüş öncesi son olarak haritada önceki akşam keşfettiğim ama kalabalık olduğu için giremediğim İstanbul isimli Türk lokantasında şansımı bir kez daha denemek istedim. Öğlen olduğundan şanslıydım ama yine de gitmeden önce internetten rezervasyonumu yaptırdım. Bu ziyarette sadece güzel bir Türk lokantası değil olağanüstü bir hikaye buldum (linkte kendi anlatılarınının İngilizcesini bulabilirsiniz). Mersinli genç girişimci Ahu Hateme tarafından iki yıl önce kurulan restoran O’ahu adasının (isimlere dikkat!) sahil bölgesinden bir nebze uzak, bol rezidanslı bir lokasyonda yer alıyor. Fakat sundukları yemeğin ve hizmetin kalitesi sayesinde günün her saati cıvıl cıvıl. Daha önce San Francisco’da ikamet eden Ahu hanım göçmenlik işlemleri sırasında çıkan pürüzler dolayısıyla ağır bir depresyon geçirmiş. Bu sırada kendisine destek olmak için yanına gelen annesiyle evde biraz da terapi amaçlı yemek pişirmeye başlamışlar. Bir süre sonra pişirdikleri öyle fazla gelmiş ki yemekleri Amerikalı komşularıyla paylaşmaya başlamışlar. Komşularından birinin tavsiyesiyle çiftçi pazarında bir stand kurup Türkiye Sokak Yemekleri temalı yiyecekler satmaya başlamışlar. Aslında Psikoloji ve Görsel Animasyon eğitimi almış olan Ahu hanım aile kadınlarından öğrendiği yemekleri youtube videolarıyla geliştirmiş ve beş yıl sonunda ailesinin desteğiyle restoran açmaya karar vermiş. Hem iç tasarımı hem elektrik ve inşaat gibi teknik işleri anne-babası, eşi ve kardeşi ile birlikte yaparak masrafları düşük tutmayı başarmışlar. Zaten dekorasyondan yemeklerin sunumuna kadar lokantanın her köşesine sinmiş kadın zarafetini ve aile sıcaklığını hissedebiliyorsunuz. Kendi ailesinde taşıdığı Rum, Arap, Kürt, Yörük etkilerini Hawaii’nin daha da karmaşık dokusunda sentezlemeyi, yani gerçek anlamda bir füzyon mutfağı yaratmayı başarmış Ahu hanım. Hem çalışanların hem müşterilerin yüzünden gülücük eksik olmadı benim orada olduğum süre içinde. Elbette böyle kaliteli bir hizmet verdiklerinden fiyatları biraz yüksek ama turistik bir ada için hiç de abartılı değil. Ben kendi adıma Ahu hanımın hikayesini çok ilham verici buldum. Dünyanın her gittiğim köşesinde böyle güçlü kadınları görmek beni daha güçlü kılıyor gibi hissediyorum [Hikayelerini benimle paylaştıkları için Ahu hanıma ve işletme müdürü Murat Demirtaş’a teşekkür ederim].

Hawaii’nin kültürel zenginliği İstanbul restoranın mutfağına da yansımış
İç tasarımda Oryantal öğeler kullanılmış ama rahatsız edici boyutta değil
Ahu hanım kazandibini Hawaii’nin ‘mochi’sine uyarlamış, Hawaii çiçeklerini unutmamış

Hawaii İstanbul’dan çıkarken bindiğim taksinin şöforü Yunanistanlı bir komşu çıkmaz mı? Anna isimli bu genç kadın kültürel çeşitliliği böyle yüksek ve iki yönlü insan göçünün bu derece yoğun yaşandığı bir adada uzun soluklu ilişkiler kurmanın ne kadar zor olduğundan bahsetti. Anna, eşiyle para biriktirip en kısa sürede Yunanistan’a geri dönmek istediklerini, Avrupa’nın müze ve kafelerle dolu sosyal hayatını çok özlediğini anlatırken ben de iç çekiyordum. İki komşu Amerika’da yaşamın zorluklarından dem vura vura havaalanına vardık ve vedalaştık. Acaba bir gün Ege’nin iki yakasından aynı denize bakıyor olur muyuz?

Ai Weiwei’in anılarındaki alternatif Çin tarihi

Çin Devriminin en zor yıllarında, Mao Zedong’un Yenan (Yan’an) kırsalında kurduğu komün, Japon işgali ve Milliyetçi Parti baskısından kaçan kentli aydınlar için güvenli bir sığınak olarak belirir. Daha da önemlisi Yenan, sol eğilimli aydınların hayalini kurdukları özgür Çin’in sanat ve edebiyatını icra edecekleri bir yaratıcılık merkezi olacaktır. Tehlikelerle dolu yolculuklarının sonuna gelen kaçaklar Yenan’ın meşhur tapınak kulesini gördüklerinde hep bir ağızdan Enternasyonal marşını coşkuyla söylemeye başlarlar. Kurtuluşa giden yolda en zor kısım geride kalmış, özgür sanatın kapıları önlerinde sonuna kadar açılmıştır. Ne yazık ki bazı aydınların Çin devrimiyle balayı çok uzun sürmez. Mao’nun 1942 yılında Yenan Edebiyat ve Sanat Forumunda yaptığı konuşmada entellektüelleri “edebiyat ve sanat işçileri,” sanatı da Çin kurtuluş mücadelesinin önemli cephelerinden biri olarak tanımlaması devrimi başarıya taşıyan önemli dönüm noktalarından biri olurken sosyalist Çin’de yaratıcılığın sınırlarını da belirlemiş olur. Artık sanatçıdan beklenen bireyselliğini bir kenara bırakıp kendini devrime ve topluma adamasıdır. Bu beklentiyi karşılamayanlar ağır bir devrimci paranoyaya kurban edilir. 

1974 tarihli bu poster Yenan’da gençlerin Mao’ya olan ilgisini gösteriyor. Mao’nun bu dönemi bol bol teorik okuma yaparak geçirdiğini biliyoruz. Kaynak: chineseposters.net

Çin’in son yıllardaki en sansasyonel isimlerinden kavramsal sanatçı Ai Weiwei’in babası, şair Ai Qing (1910–1996) de Fransa’daki öğrencilik yıllarında edindiği devrimci ideallerini Yenan’da gerçekleştirmeyi umut eden aydınlardan biridir. 1941 yılından itibaren Çin devrimine edebiyat alanındaki çalışmalarıyla katkı sunar. Ta ki 1957’de başlayan Sağ Karşıtı Hareket sırasında “parti karşıtı hizip” ilan edilene kadar. Ai Qing’in bu kampanya sırasında sağcı olarak yaftalanmasının gerekçesi dönemin önde gelen feminist yazarlarından Ding Ling’in (1904–1986) parti içinde linç edilmesine karşı çıkmasıdır. Kısa sürede “Ding Ling yardakçısı” olarak adı çıkan Ai Qing hem Komünist Parti’den ihraç edilir hem de Pekin’den uzaklaştırılarak önce Heilonjiang’a ardından Xinjiang’da bir çalışma kampına gönderilir. Bu sırada şairin ikinci oğlu Ai Weiwei dünyaya gelmiştir (ilk oğlu henüz bebekken yetersiz beslenmeden hayatını kaybetmiştir).

Ai Weiwei’in kişiliği Sağ Karşıtı Kampanya ve Kültür Devrimi sırasında Çin’in bu gözden uzak ama ülkenin politik çalkantılarının derinlemesine hissedildiği kuzeybatı ucunda şekillenir. Özellikle babasının yaşadığı politik ve sosyal dışlanma Ai Weiwei’in toplumdan bağımsız bir karakter ve topluma sirayet eden tüm iktidar ilişkilerine eleştirel bir yaklaşım geliştirmesine vesile olur. Daha küçük bir çocukken tecrübe etmeye başladığı politik izolasyonun doğal sonucu kendini hep bir “yabancı” olarak görmesidir. O da ilk fırsatta, tıpkı zamanında babasının yaptığı gibi, yurt dışına çıkar ve yine tıpkı babası gibi diplomasız ve işsiz olarak geri döner. New York’ta geçirdiği yıllar Andy Warhol ve Marcel Duchamp gibi sanatçılardan esinlenmesine ve bireyi önceleyen dünya görüşünün derinleşmesine yardımcı olur. Bu etkiler Pekin’e döndükten sonra üreteceği sanat çalışmalarının belirleyicisidir.

Ai Weiwei ilk olarak Tiananmen Meydanı’nda çektiği bu fotorafı daha sonra Paris ve Washington DC gibi batı şehirlerinde de çekecektir. Kaynak: moma.org

Ai Weiwei 90’lı yıllarda hem yabancı sanat çevreleriyle olan ilişkileri hem de Çin avangard sanat çevrelerinde aykırı yaklaşımlarıyla bir marka haline gelir. 2000’lerin başında özellikle mimarlık alanında o kadar ünlenmiştir ki 2008 Pekin Yaz Olimpiyatları için inşa edilen “Kuş Yuvası” temalı stadyum projesinin de mimarı olur. Fakat kazandığı ün ve servet Ai Weiwei’in eleştirel bakışına gem vurmaz. Önce Olimpiyat hazırlıkları kapsamında Pekin’deki kentsel dönüşüm mağdurlarının isyanına şahitlik eder. Ardından 2008 yılının Mayıs ayında Sichuan eyaletinde neredeyse 90,000 insanın hayatına mal olan büyük bir deprem meydana gelir. Depremin en büyük mağduru çürük okul binalarının enkazında kalan çocuklar olur. Ai Weiwei bu tarihte zaten internet üzerinden kendine geniş bir takipçi kitlesi yaratmıştır. Deprem gerçekleşince kamerasıyla Sichuan’a gidip özellikle ölen çocuklara dair kayıt tutmaya başlar. Bu sırada Sichuan depremi kayıplarıyla ilgili bir veritabanı hazırlamakta olan yazar Tan Zuoren tutuklanır. Tan’ın mahkemesinde şahitlik yapmak için Sichuan’a giden Ai Weiwei dava gününden önceki gece polis baskınıyla bir otel odasında göz hapsine alınır ve mahkemede şahitlik etmesi engellenir. Çin devletinin deprem konusunda bu derece hassas davranması bence Tan ve Ai Weiwei’in Çin’in 2000’li yıllarda yarattığı başarı hikayesine meydan okumalarıdır. Dünyanın hayranlıkla izlediği büyük bir kalkınma hamlesi depremle yerle bir olmuş, ülkenin geleceği çocuklar o başarı hikayesinin altında kalmıştır. Elbette devlet birkaç “arsızın” kendi anlatısını yıkmasına izin vermeyecek, onları “yabancı devletlerin Çin’deki ajanları” olmakla suçlayacaktır. 

Ai Weiwei Sichuan depremi sonrası yıkıntıların arasında çekim yaparken. Kaynak: widewalls.ch

Çin’in bundan sonra Ai Weiwei’i baskılamak için uyguladığı yöntemler (Şanghay stüdyosunun yıkılması, 2011 yılında 81 gün boyunca herhangi bir yargılama olmaksızın göz altında tutulması ve vergi kaçırma suçlamasıyla milyonlarca dolar para cezasına çarptırılması) Ai Weiwei’i susturmak bir yana onun hem Çin’de hem yurtdışında tanınırlığının artmasına, aktivizminin daha da keskinleşmesine sebep olur. Fakat artık bir baba olan sanatçı bu süre içinde kendini destekleyenlerden değilse de ülkesinden umudunu kesmeye başlamıştır. Ruh halini en iyi özetleyen cümlesi bence şu: “Sonunda anladım ki karşı karşıya olduğum sadece devasa ve keyfi bir politik sistem değil, özgürlüğün alaya alındığı, ihanetin teşvik edildiği ve kandırmanın övüldüğü alabildiğine çorak bir coğrafyaydı” (1000 Years, 351). Sansürün böyle yoğun uygulandığı bir yerde, yine Ai Weiwei’in kelimeleriyle söylersek, “fikirler itaatkarlığa boyun eğer, ifade dalkavukluğa dönüşür ve varoluş köleliğe indirgenir” (1000 Years, 350).

Ai Weiwei’in Türkiye’de de sergilenen “Ayçiçekleri” çalışması. Seramikten yapılan yüz milyon kadar ayçiçeği Ai Weiwei’in atölyesindeki Çinli sanatçılar tarafından tek tek elle boyanmıştır. Kaynak: medium.com

Ben kendi adıma Ai Weiwei’in aktivizmini takdir etmekle birlikte sanatsal çalışmalarının hayranı sayılmam. Özellikle bağımsız Çin sinemasında bolca kullanılan xianchang tekniğini, yani kurgusuz doğaçlama çekim, aşırı kullandığı için belgesellerinin neredeyse izlenilemez olduğunu düşünüyorum. Fakat neresinden bakarsak bakalım Ai Weiwei, Çin’in son 70 yılda geçirdiği dönüşümün tam anlamıyla vücut bulmuş hali. Sanatındaki eleştirel ve yapı bozucu tavır ne kadar Mao’nun “sürekli devrim” uygulamalarının izlerini taşıyorsa, neredeyse tüm sergilerine Çin’deki atölyelerde sayısız gönüllü sanatçı ve işçinin emeğiyle üretilmiş, batıda herhangi bir ülkede bu miktarlarda üretilmesi imkansız sanat ürünleriyle katılması, Çin’in 1980’lerden bu yana dünyanın ucuz üretim merkezi oluşunu da en iyi şekilde temsil ediyor. Ai Weiwei’in Han Hanedanlığı döneminden kalma antika bir vazoyu kırarken çekilmiş ünlü fotoğrafını Mao çektirmiş olsaydı herhalde hiçbirimiz yadırgamazdık. Yine başka bir söyleşide okullarla ilgili bir soruya eğitim sisteminin teoriden çok gerçeklikle beslenmesi gerektiğini, pratik bilginin de en az teori kadar önemli olduğunu ifade ederek cevap vermesi Kültür Devrimi sırasında öğrencileri derslikleri bırakıp köylülerin zor hayatını deneyimlemeye davet eden Mao’nun çağrılarının bir karşılık bulduğunu düşündürüyor (Conversations, 88). Tarihsel bağlamları tamamen farklı olsa da Ai Weiwei’in Çin sanat dünyasının batı kapitalizmine yem oluşuna ya da parti-devletin bürokratik keyfiliğine getirdiği eleştiri, Mao’nun entellektüellere burjuva alışkanlıklarından vazgeçememeleri konusunda yaptığı eleştirilerle ve Kültür Devrimi sırasında bürokratikleşme yüzünden Komünist Parti kadrolarını halkın hedef tahtasına koymasıyla büyük benzerlik gösteriyor. Kimbilir belki bu benzerlik sadece bana bu kadar çarpıcı geliyordur.       

Ai Weiwei’in New York’tan döndükten kısa bir süre sonra çektiği bu fotoğraf ilk eleştirel çalışmalarındandır. Kaynak: khanacademy.org

Ai Weiwei kitabını Çince yazmış. Penguin Random House içinde sağlam bir ekibin yazım sürecine dahil olduğu belli. Dahası modern Çin edebiyatından yaptığı başarılı çevirilerle bilinen Allan H. Barr’ın İngilizce çevirisi başlı başına takdir edilmeli. Bütün bu editoryal müdaheleler ne yazık ki Ai Weiwei’in zaman zaman üsttenci ve çoğu zaman ben merkezci üslup ve bakış açısının üstünü örtmeye yetmemiş. Hele bunca sancılı süreçte yanında olan kadınların ve yardımcılarının emeğine dönük kıymet bilmezliği (teşekkür bölümünde kısaca bahsedilmiş elbette) gözden kaçacak gibi değil. Bu anlamda ne yazık ki eleştirdiği sistemle arasındaki etkileşimi işaret etmekten alamayacağım kendimi. Zaten bir söyleşisinde Ai Weiwei de insanların içinde yaşadığı koşulların ürünü olduğunu teslim ediyor (Conversations, 45). Umarım kitabın Türkçe çevirisi kısa sürede raflarda yerini alır ve Çin hakkında ekonomi merkezli dönen tartışmaların kültürel ve ideolojik bir arka plan tartışmasıyla zenginleşmesine katkı sunar.

Yazıda faydalanılan çalışmalar:

Ai Weiwei, 1000 Years of Joys and Sorrows: A Memoir, New York: Crown, 2021.

Ai Weiwei’in aktivizmini anlatan en başarılı belgesel Youtube’da İngilizce alt yazı seçeneği ile erişilebilecek 2012 yapımı Ai Wewei: Never Sorry.

Ben bu yazıda anılarına ek olarak batılı gazeteci ve küratörlerle yaptığı röportajlarının bir derlemesi olan Conversations kitabını kullandım. Conversations with Ai Weiwei, New York: Columbia University Press, 2021.

Ai Weiwei’in sanat çalışmalarını ve aktivizmini konu alan çok sayıda belgesel internette bulunabilir. Sanatçı 2015 yılından bu yana yurt dışında ailesiyle birlikte sürgün hayatı yaşıyor.

Savaş Sanatı’ndan Anda Yaşamaya Kişisel Gelişim Dünyasında Bir Gezinti

M. Ö. 5. yüzyılda askeri stratejist Sun Zi tarafından yazıldığı tahmin edilen Çin’in en eski eserlerinden Savaş Sanatı tüm dünyada popülerliğini koruyan nadir Uzak Doğu eserlerinden biri. Tüm dünya dillerinde hala yeni tercümeleri basıldığı gibi askeri okullardan iş dünyasına sinema sektöründen edebiyata her alanda önemli bir kaynak olarak referans gösterilmeye devam ediyor. 20. yüzyıl başında Mao Zedong tarafından methedildiği için popülerleşen eserin günümüzde hala yaygın bir şekilde okunmasının sırrı rekabet merkezli hayatlarımızda kendine geniş yer açmış kişisel gelişim kitaplarıyla benzerliğinde yatıyor. 

Başarılı bir askeri düzenin ve stratejinin detaylarını konu alan Savaş Sanatı on üç bölümden oluşur. Eser, savaşın ince hesaplarla karar verilmesi ve yönetilmesi gereken bir eylem olduğu vurgusuyla başlar. Bugün hepimiz için sıradan sayılabilecek bu bilgi modern dönem öncesi imparatorluk Çin’i için oldukça ileri bir noktaya işaret etmektedir. Çünkü bu dönemde savaş kararının alınmasından saldırı ve savunma stratejilerinin belirlenmesine askeriyeyle ilgili her aşama sarayın astrologları ve kahinlerinin onayından geçmektedir. Dolayısıyla Sun Zi’nın savaşla ilgili kararları alırken, zemin ve iklim analizi ile komutanın karakter özelliklerine ve hatta yöneticilerle halk arasındaki ülkü birliğine dikkat çekmesi çağının ötesinde bir öngörü ve analiz gücüne sahip olduğunun ispatıdır. 

Bugüne kadar pek çok yorumcu eserde geçen “… yüz savaşta yüz zafer kazanmak en mükemmeli değildir. En iyisi savaşmadan baş eğdirmektir” cümlesinden hareketle Savaş Sanatı’nın amacının aslında fiili savaşı engellemek olduğunu iddia etmiştir. Fakat metnin geneli dikkate alındığında Sun Zi’nın oldukça pragmatik bir yaklaşım içinde olduğu, savaşı hayatın olağan akışının bir parçası olarak gördüğü, ve hatta savaşın maliyetleri göz önüne alınırsa kandırmacaya dayanan hızlı sonuç alma yöntemine inandığı görülebilir. Örneğin kitabın daha ikinci sayfasında şunları söyler Sun Zi:

“Savaş kandırmacalı bir iştir. Bu nedenle vurabilecekken vuramayacakmış gibi göstermek, saldıracakken saldırmayacakmış gibi göstermek, yaklaşırken uzaklaşıyormuş gibi göstermek, uzaklaşırken yaklaşıyormuş gibi göstermek gerekir.” (s. 2)

Yine savaşılacak arazilerin özellikleri ve düşman toprağında nasıl hareket edilmesi gerektiğini anlattığı bölümde savaşta en önemli unsurun sürat olduğunu vurgular. Düşmanın hareketsiz olduğu anda harekete geçilmesini, öngöremediği yoldan gidilmesini ve beklemediği anda vurulmasını salık verir (s. 34). Kısacası savaş kesinlikle kazanılması ve bunun için de hızla ve kurnazca hareket edilmesi gereken bir hamleler bütünüdür. Bu kitabı yazarak Sun Zi ülkesinin kral ve komutanlarına büyük bir hediye vermiş, oyunun inceliklerini her seferinde baştan keşfetmeleri yerine hızla harekete geçmelerini sağlayacak bir el kitabı hazırlamıştır. 

Savaş Sanatı’nın iş dünyasında kullanımına bir örnek

Bu içerikten de anlaşılacağı üzere Sun Zi’nin savaşı algılama ve yorumlama biçimi günümüzün rekabetçi iş ve sosyal yaşamında hayatta kalma ve başarıya ulaşma yöntemleriyle büyük benzerlikler göstermektedir. Son yılların “anda kalma” veya “farkındalık” olarak bilinen “mindfulness” akımlarından önce özellikle 90’larda ve 2000’li yılların başında iş dünyası neoliberal dalgayı arkasına almış, kişisel gelişim yöntemleriyle bireyi rekabette ön planı çıkaran doğrusal bir başarı anlatısını kutsallaştırmıştı. Bu neoliberal dönemde kendisini mantar gibi çoğalan işletme bölümlerinden klimalı plazaların kübik bölmelerine atabilen genç beyaz yakalılar uzun süre hayatlarındaki tuhaflığın sırrını kişisel gelişim kitaplarında bulmaya çalıştılar. Ekonominin “zero-sum game,” insan ilişkilerinin ise “survival of the fittest” prensibine göre düzenlendiği bu acımasız ortamda Savaş Sanatı iş dünyasının kutsal kitabı haline geldi. Sonuçta plaza hayatı işçi-işveren çatışmasını değil, çalışanlar arası rekabet ve çekişmeyi merkezine alan yeni bir ilişkiler ağı yaratmış, bu karmaşık ağlardan kurtulmanın tek yolunu rakiplerini alt etme olarak belirlemişti. Üstelik iş hayatının Savaş Sanatı’ndaki “krala değil komutana koşulsuz sadakat” prensibine göre düzenlenmesi asıl patronları perde arkasına iterek üst idari kadrolarda oturanların lehine yeni bir hiyerarşinin oluşmasına imkan tanımıştı. 

Artık şehir hayatından kaçıp kurtulmak değil, onun içinde mutluluğu yakalamak revaçta

Elbette Savaş Sanatı’nın bu güncel yorumlarla özsel bir ilişkisi yok. Hatta iş hayatının neoliberal organizasyonunda bir etkisi olduğunu bile söyleyemeyiz. Zaten batı dünyasında egzotik Uzak Doğu düşünceleri keşfedip Ferrari satma modası geçti sayılır. Uzunca bir zamandır yine antik Yunan düşüncelerinden Stoacılık ve onun farklı yorumları iş çevrelerine yol gösteriyor. Kişisel gelişim rafları artık “How to do nothing” yani nasıl daha az çalışırız benzeri başlıklarla dolu. Öldüresiye çalışmayla verimliliği maksimize etmeyi hedefleyen başarı merkezli bir anlatıdan aşırı çalışmayı eleştirip kişisel mutluluğu önceleyen, daha doğrusu kendi iç huzurunu bulamayanların iş hayatında da başarılı olmayacağını vurgulayan, ama onun için de yine sınırsız para harcamayı gerektiren yeni bir duruma geçtik. Savaş Sanatı bu yeni dalgaya dayanabilecek mi derseniz, “evet” derim çünkü tüm bu farkındalık ve anı yaşama akımlarının popüleritesine rağmen rekabetsiz ve çatışmasız bir kapitalizm düşünmek hala imkansız.   

Not: Savaş Sanatı’nın birkaç Türkçe çevirisi var. Ben alıntılar için İş Bankası Yayınları’ndan çıkan Pulat Otkan ve Giray Fidan çevirisini kullandım.

Çocukluğumuzu bıraktığımız şehirler: Kazuo Ishiguro’nun Öksüzlüğümüz romanı

Kazuo Ishiguro’nun Türkçe’ye Öksüzlüğümüz olarak çevrilmiş olan When We Were Orphans kitabı bitmeyen bir öksüzlüğün romanı. Öksüzlük, yetişkinliğe girilmesiyle bittiği varsayılan bir çocukluk halidir. Ne var ki Kazuo’nun kahramanı Christopher Banks, Londra’da nam salmış bir dedektif olmasına rağmen çocukluğunu geçirdiği Şanghay’dan ve yıllardır görmediği anne babasını aramaktan vazgeçmemiştir. Bu yüzden İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde ailesini bulmak için doğduğu şehre geri döner. Bizler de bu sayede İngiliz sosyetesinin şatafatlı salon toplantılarından çıkıp Çin’in önce imparatorluk ardından da cumhuriyet (1911-1949) dönemlerine bir yolculuk yaparız.

Christopher Banks, bin dokuz yüzlerin başında Şanghay’ın Uluslararası İmtiyaz Bölgesi’nde doğmuştur. Babası afyon ticareti yapan İngiliz şirketi Morganbrook & Byatt şirketinde çalışmakta, sadık bir Hıristiyan olan annesi ise şirketin faaliyetlerine, yani afyon ticaretine karşı kampanyalara öncülük etmektedir. Aile, şirkete ait bir konutta ikamet ettiğinden ev zaman zaman şirket müfettişlerince denetlenir ve bu ziyaretlerin her birinde evin Çinli çalışanlarına karşı aşağılayıcı tavırlar sergilenir. Uluslararası İmtiyaz Bölgesi’nin sınırları şehrin sömürgeci ülkelerden gelen sakinleriyle Çin halkını birbirinden ayıran, aşılmaması gereken bir tabudur adeta. Burada yerel halka hizmetçi olarak bile tahammül edilmemektedir. Bütün bu denetim ve ayrıştırma mekanizmasına rağmen Christopher, evin Çinli çalışanları ve Japon arkadaşı Akira ile mutlu bir çocukluk geçirmektedir. Yirminci yüzyıl başında Japonya, Uzak Doğu’da kendini yeni gösteren emperyalist bir güç olarak imtiyazlı bölgede yerleşim hakkı kazanmıştır. Christopher’ın masum çocukluğu önce babasının, ardından da annesinin ortadan kaybolmasıyla sona erer. Anlaşılan annenin Çin halkını zehirleyen afyon ticaretine karşı yürüttüğü çalışmalar ve Çinlilere dönük sempatik ve korumacı davranışları birilerini rahatsız etmiştir.  

Anne ve babasının gizemli bir şekilde ortadan kayboluşu Christopher’ı dedektif olmaya iten en önemli etkendir muhtemelen. İş olarak ilgilendiği davalar arasında zaman buldukça British Museum’da afyon ticaretinin tarihi ve babasının çalıştığı şirketin bu ticaretteki dahli üzerine incelemeler yapmaktadır. Nihayet 1937 yılında, elinde yeterli veri olduğuna ikna olunca, anne-babasının izini sürmek üzere Şanghay’a geri döner. Bu kez bulduğu çocukluğunun cıvıltılı şehri değil, Japon işgali ve savaş beylerinin terörü altında can çekişen yaralı bir avdır. Dahası, milliyetçi Çan Kayşek’in kirli işlerini halletmek için kullandığı yeraltı örgütleri şehirde komünistleri avlamakta, polis teşkilatının şaibeli ilişkileri güvensizlik ortamını arttırmaktadır. Şehrin yabancı sakinleri ise İmtiyaz Bölgesi’nde kendilerine zarar gelmeyeceği rahatlığıyla caz müzik eşliğinde salon eğlencelerine devam etmektedir. Öyle ki Christopher’ın şehre gelişiyle herkes onca büyük sorunu bir kenara bırakıp Christopher’ın anne babasını nasıl bulacağı, bulunca nasıl bir merasim düzenleneceği telaşına düşer. Buradaki tuhaflık romanın geneline de yayılmıştır. Bir dedektif romanı diye merakla okuduğunuz hikaye aslında Çin’in sömürgeci güçlerle mücadelesine sahne olan sancılı yıllarının bir anlatısıdır. Christopher’ın bir rüya sarhoşluğunda yaptığı şehir turlarında siz de Bund denilen rıhtım caddesinde, Fransız İmtiyaz Bölgesi’nde, şehrin otel, dükkan ve işlek caddelerinde kaybolur, şehrin içine düştüğü yolsuzluk batağından kendinizi kurtarmaya çalışırsınız. 

1937’de Şangay’da konuşlanan Japon kuvvetleri (kaynak: commons.wikimedia.org)

Kitabın çok eleştirilen, kahramanımızın Japon askerleriyle Çinlilerin sıcak çatışmasının ortasında kaldığı bölümse bence Christopher’ın bir türlü sonlandıramadığı öksüzlüğüyle yüzleşme anıdır. Ancak o sahnenin gerçekdışılığında keşfedersiniz insanın gölgede kalmış, öksüz yanını. O anda herkes, tıpkı Christopher’ın etrafını kuşatan romanın diğer kahramanları gibi, kimsesiz ve köksüzdür. Hangi dili konuştuklarının ya da kim olduklarının bir anlamı kalmamıştır. Önemli olan tek şey vahşetin ortasında hayatta kalmak, yanında bulduğuna, hatta çocukluğa tutunabilmektir. Yine de bitmez Christopher’ın öksüzlüğü. Çünkü çocukluğu işgal altında bir şehirde hapsolup kalmıştır. Ne annesini ne de çocukluğunu tarihin kördüğüm olduğu bu noktadan çıkarabilmiştir. Demek ki hayat eskisi gibi akmaya devam edecektir. En azından çocukluğunu elinden alan gizemler bir bir çözülene kadar. 

Kazuo Ishiguro, When We Were Orphans, New York: Vintage International, 2001.

Kazuo Ishiguro, Öksüzlüğümüz, çev. Yasemin Ortwein, Yapı Kredi Yayınları, 2014.